3.Dünya Futbol Ülkesi: Türkiye

 


3.Dünya Futbol Ülkesi: Türkiye

LaLiga yayıncısı ESPN(Entertainment and Sports Programming Network)’nin sosyal medya hesabından yayınladığı, Barcelonalı futbolcuların seromoniye çıkış videosunu izledikten sonra bu konu üzerine düşünmeye başladım. ESPN, seromoniye çıkan futbolcuları çeken kameraların görüntü açılarından tutun da, görüntünün kalitesine kadar birçok detaya dikkat etmişti. Bu ESPN’nin var olmasının tek sebebi olan izleyicilerine(müşterilerine) verdiği değeri ifade ediyordu. Daha kaliteli sunulan bir organizasyon, daha fazla izleyici kitlesi demekti. Daha fazla izleyici, daha fazla para; ESPN’nin gelirlerinin artması da, LaLiga’ya daha fazla yatırım demekti. LaLiga’ya yatırımın artması da kulüplerin daha fazla gelir elde etmesi anlamına gelecekti.

Başka bir örneği ele alalım. Ülkemizde futbolun yayıncısı BeİN Sports şirketi, aynı zamanda Fransa Ligue 1’inde yayıncısıdır. Geçenlerde TV’de, Fransa Ligue 1’i hafta hafta anlatan bir programa denk geldim. Ülkemizde aynı kanalda her hafta yayınlanan benzer programları düşününce, böyle bir programın olması gayet tabii normal bir durumdu. Ama ilginç olan konu; “Fransa Ligue 1’in haftalık değerlendirme programının Türkiye’de yayınlanması ne alaka?” diye düşünmemdi. Peki Fransa’da Türkiye Süper Ligi üzerine yapılan bir program yayınlanıyor muydu? Veya Avrupa’nın 5 büyük liglerinin ülkelerinde, her hafta düzenli yayınlanan bir Türkiye Süper Ligi programı var mıydı?

Bu bir pazarlama problemidir.

Ülkemiz futbol kulüplerinin, Avrupalı futbol kulüpleri ile arasındaki farklardan bir tanesini daha örneklendirmek isterim.

Amazon Prime, içerisinde zengin içerikler bulunduran bir medya platformudur. Benzerleri; Netflix, Exxen, BluTV, PuhuTV gibi.

Konumuzun kahramanı olan Amazon Prime, “All or Nothing” isimli belgesel serisi çekiyor.

Bu belgesel serisinde, Manchester City-Guardiola, Tottenham Hotspur-Mourinho, Juventus-Pirlo gibi takımların belirli döneminlerini anlatılıyor. Antrenörlerin ve futbolcuların soyunma odası çekimlerinden tutun, maç içerisindeki özel görüntülerine kadar sunan bu belgesel, gerçekten de izlemesi çok keyifli bir içerik.

İzleyicilerin arka planda merak ettiği birçok şeyi sunarken, spordaki; antrenör-futbolcu, başkan-antrenör ve başkan-futbolcu iletişimini de örneklendiriyor.

Peki Amazon Prime’ın böyle bir içerik yapmasının kulüplere faydası ne?

Ben en barizini söyleyeyim; MARKA DEĞERİ ve İMAJ

Kulübün sadece kendi taraftarlarında değil, bütün futbol seyircileri gözünde ki tanınırlığını ve toplumdaki sempatisini arttıracak bir yöntem.

Bu ilgi, kulübe yeni gelir kaynakları da yaratacaktır.

Peki ülkemiz spor kulüpleri neden böyle yollara başvurmuyor?

Ya da bu yayıncılar neden bizim kulüplerimiz ile böyle içerikler üretmiyor?

Neden ülkemizde daha zengin, daha farklı içerikler sunulmuyor?

Maç yayınları sırasında bile, “Bu pozisyonun başka açıdan görüntüsü yok mu?” sorusuna neden cevap verilemiyor?

Bilgisiz olduğumuz için mi? Hayır.

Teknik altyapımız olmadığı için mi? Hayır.

Toplumda bir karşılık bulmadığı yani, ilgi çekmediği için mi? Hayır.

 

 

SONUÇ

Ülkemiz futbol seyirci kitlesi, vasata alışmıştır veya alıştırılmıştır. Bugün geldiğimiz bu noktada hepimizin payı bulunmaktadır.

Türk kulüpleri hala daha; “Dünyaca ünlü bir ismi transfer edelimde, herkes bizi konuşsun!” dedikleri için,

Spor pazarlamasını sadece transferden ibaret gördükleri için gelişim gösteremiyoruz.

Yoksa,

Aynı yayıncı kuruluş, Avrupa’daki izleyicilerine daha kaliteli içerikler sunmaya çalışırken, ülkemizde neden aynı yolu seçmemektedir?

Ülkemiz futbol izleyicisi daha mı az değeri hak etmektedir?

Yazının başlığı gibi, yoksa gerçekten 3.Dünya ülkesi konumunda mıyız?

Ben size cevabı söyleyeyim; HAYIR.

İstemek ve almak birbiriyle ilişkili iki kelimedir. Neyi istediğinizi ve nasıl almanız gerektiğini bilmemeye devam ettiğinizde, bugünün dünden bir farkı olmayacaktır.

Biz daha iyi şartlarda yaşamayı, izlemeyi, öğrenmeyi, hak eden bir toplumuz. Ama ya hak ettiğimizin farkında değiliz, ya da bu, artık topluma sirayet eden “ buldun da bunuyorsun! “ sözünü kabul etmemiz miydi?

Önce kendi bakış açımızı değiştirmeliyiz. Sunulanı değil, hak ettiğimizin peşine düşmeliyiz.

Eğer bunu yapmazsak, bir önceki paragrafta bahsettiğim bu kabulleniş, Halen daha Galatasaray’ın, 2000 yılındaki UEFA Belgeselini izlettirecek (ki efsane bir içeriktir), ama üzerine yeni, farklı içerikler sundurmayacaktı…

Başkan Çayla Bizi!





"Efsane Milan kadrosunu say bakalım!"
Eskiden beri arkadaş sohbetlerinin gediklisi bir konu vardır. Futbol ile yatıp-kalkan her birimiz, bu " Futbol IQ " testinden başarıyla geçmişizdir. Ardından kendimizi " Futbol uleması " ilan ederken, bilmeyenlere "Cahiliye Döneminde Futbol" kitabını önerirdik...

Kimilerimiz, hazır-cevaplığıyla tanınan Nasreddin Hoca misali tek nefeste, kimimiz de hata payı olmasın diye, sanki kıraathanede ki batak eşine bakar gibi hayal eder, öyle sıralardı...
O sıralar Winning Eleven ve Football Manager oyunlarıyla meşgul olan bendeniz, bu efsane kadroyu;
" Duvarlara yazıyorum ismini,
Aynalarda görüyorum hep seni " şarkısını mırıldanarak sayıyordum. (Ceyhanlı Ferit Abiye selam olsun)
Peki, kıraathanedeki arkadaş muhabbetlerinde bile adı geçen, bu efsane kadronun hikayesi neydi?

Nasreddin Hoca ve bilgenin yarıştığı fıkrayı bilirsiniz. Bilge, kendini üstün göstermek için çabalar, ama bizim hoca tongaya düşmez. Cevaplarıyla bilgeyi dumura uğratır, saç baş yoldurur, makarasını yapar.
Şimdi bende bir Nasreddin Hoca misali ufak bir fıkra anlatacağım. Umarım sizde o fıkradaki köylüler gibi "vay bee ne zeki çocuk" gözüyle bakarsınız bana...

Milan efsane kadrosunu kurduğunda, o zamanlar "papaz" kelimesini sadece hristiyanlık ile alakadar zannederdik.
Zaten Hristiyanlık ile ilgili de bildiğimiz tek şey; Haçlı Seferleriydi...
Zaman geçip ve bu işler ile biraz haşır neşir olunca, " Papazın sadece kilise de değil, futbol takımlarında da " olduğunu öğrendik.(Hayat Bilgisi Afet Hoca)
Yine o sıralar Milan'ın başına geçen Fatih Terim, takım ile çeşitli problemler yaşayınca Milan'ın bizce "Papazlarını" onlarca "Beyefendilerini" tanımış olduk. Şimdi bu beyefendiler konusuna çok girmeden, Milan'ın bu efsane kadrosunun önemli sırlarından birini anlatayım.

Milan'ın o yıllarda bu kadar başarılı olmasının sebeplerinden en önemlisi, kadrosundaki yıldızlarının tabii ki de kaliteli olması. Bireysel olarak bakıldığında da, her biri o dönemde kendi ülkelerinin o mevkideki tartışmasız en önemli oyuncusu olması. Örneğin Dida, Brezilya Milli Takımının dünya kupaları kazanmış, değişmez kalecisiydi. Ya da büyük kaptan Maldini.
Veya İnzaghi...
Hani bir zamanlar tüm ülkenin " Ulan bu İnzaghi de tam beleşçi topçu" yakıştırmasında bulunduğu İnzaghi...
Tabii biz o zamanlar nereden bilebilirdik ki, futbolun birer pozisyon oyunu olduğunu...
Bir forvet oyuncusunun bitiriciliği kadar, doğru zamanda - doğru yerde bulunmasının aslında en önemli mahareti olduğunu...

Sonraları birileri gelip, "Timing" diye bir kelime kullanmaya başladı. " Bu ne be kardeşim Kadıköy'de futbol muhabbeti mi yapıyorsun " diyemedik tabii...
Futbol endüstrisi, Erol Taş bakışıyla yeni bir dönemi işaret ediyordu. Bu yeni dönemde futbol literatürü tümüyle değişecek, kıraathane sohbetleri eskiyecekti.
Artık yeni mekan, " Tutunamayanlar " dizisindeki " Kitap Cafe "olacaktı. Ben Franz Kafka olacaktım, sen de Dostoyevski... (tartowski,nuri bilge ceylan,zeki demirkubuz,akino kurasova bu aralar favori yönetmenler)
Artık Kitap Cafe'lerde sohbet değişecek ve ,
" Sağdan bi orta açtılar işte, Shevchenko koydu kafayı hoopp köşede..."
yerine,
" Kaka birçok defa kanatlara giderek top aldı. Böylelikle orta alandan gelecek arkadaşlarına da boş alan yaratmış oldu. Ve çalışılmış bir organizasyon sonucunda ön direkteki Shevchenko, kalecinin dezavantajlı olduğu soluna doğru vuruşunu yaptı. " olacaktı.
Ama bizler için önemli olan Shevchenko'nun golü atmış olmasıydı. Sonuç odaklı futbol, -sistematik sistemsizlik- ile suçladığımız ülkemiz futbolunun en büyük sistemiydi...
Ee sonuçta yine atalarımız demişti, "Haticeye değil neticeye"

Bu arada hazır Shevchenko'nun adını geçirmişken, bir zamanlar Trabzonspor'un kapısından döndüğünü bilir misiniz?
Hani yıllardan beri ülkemize bir türlü getiremediğimiz futbolcular var ya, bir de kapımızdan dönen oyuncular var işte...
Alın size bir kıraathane muhabbeti daha, Kaka'nın ismi beğenilmediği için Gaziantepspor'un kapısından döndüğünü,
Ronaldinho'nun çirkin denilerek transfer edilmediğini...
Sonra o " çirkin "  denilen adamın oynadığı futbol ile dünyanın en yakışıklı adamı olduğunu...
Ve daha nice hikayeleri...

Geçenlerde, Önder Özen'in Beşiktaş Futbol direktörü olduğu günler ile ilgili bir yazı yazacaktım. Bilgilerimi tazelemek veya yeni bir şeyler öğrenmek için geçmiş haberlere bakmaya başladım. Önder Özen'in, "Milan Laboratuvarı" hakkında konuşmasını izledim. Fazlasıyla ilgimi çekti. Ve bu konuyu biraz araştırdım.
Bu arada, Önder Özen'in Beşiktaş günleri ile ilgili yazdığım yazıyı kısa süre içinde paylaşacağım. Acaba başlığı ne olsa diye bir girdaba düştüm. Sonra bir arkadaşım (kesinlikle kahvehaneden biri değil) "Özen'ilen Günler" olsun dedi. Kendince kelime oyunu yapmak istedi, öyle olunca sanki daha bi okunası oluyormuş.
Eğer bir fikir ilk duyduğunuzda saçma geliyorsa emin olun sonra da saçmadır. Üzerine çok düşünmeyin. Düşünmeye devam ederseniz, saçmalık ortadan kalkacaktır. Emin olun.
Sen düşündün de ne oldu derseniz, yazının ismini; " Özen'ilen Günler " koydum...

Bu arada " Konu da baya dağıldı " demeyin, sohbet ediyoruz şurada.



Andrea Pirlo...
" Başbakan " lakaplı bir futbol dehası... 
Yıllanmış şarap gibi...
Genel kanıya göre futbolcuların 30'lu yaşlardan itibaren performanslarında bir düşüş meydana gelir. Absürt örnekleri bir kenara bırakırsak özünde, doğru sayılabilecek bir tez.
Yalnız Pirlo, yaşı ilerledikçe daha başka bir performans vermeye başladı. " Başbakan " lakabı da oradan gelir.
Takımın beyni, oyun aklı...
Ya da biz Türkler ne diyor " İlerleyen yaşına rağmen, Mmmm saha parselizasyonunu en iyi yapan isim "
Bu arada " Başbakan " lakabı aslında ilk Trabzonspor'lu Lemi'ye verilmiştir. (Öğrenince ufka açmayan şeyler)

O değilde ben en çok bu Seedorf'a takığım. " Abi Ronaldinho gelmiş takıma, yok illa 10 numara benim muhabbeti yapıyorsun "
" Sana da yakışıyor güzel abim ama bu " Joga Bonito " Ronaldinho çok başkaydı be..."
Bu arada bu forma numarasını verme olayını spor psikolojisi açısından da işleyebiliriz. Elbette ki bazı futbolcular takımlarına, kendi isimlerden daha büyük veya aynı seviyede isimler gelmesini istemeyebilir. Burada Sportif Direktörün, Antrenörün ve Kulüp Psikoloğunun, takım içi dengeleri doğru biçimde dizayn etmesi gerekir.  (Bill Beswick-Odak Noktamız Futbol)


Milan Laboratuvarı

2000'li yılların başlarında kurulan Milan Laboratuvarı, sporcuların sakatlıklardan korunması, beklenilenden daha erken sahalara dönebilmesi, gelişimleri, futbolculuk ömürlerinin daha da uzatılabilmesi adına birçok bilimsel araştırmalar ve çalışmalar yapmıştır. Kullanılan antrenman tekniklerinin uygunluğu, yeni antrenman tekniklerine uyum, sporcuların fizyolojik veya psikolojik seviyelerinin ölçülmesi, transfer edilmesi planlanan oyuncuların kapsamlı şekilde sağlık testlerinden geçmesi gibi birçok çalışmanın yer aldığı bir organizasyondur.

Sporcuların performansını en üst seviyeye çıkarabilmek adına yapılan çalışmalar, Milan Futbol takımı için karşılık bulmuştur. Çoğunluğu futbol hayatlarının son baharında olan bu " kaliteli ayaklar " yapılan çalışmalar sonucu başarıdan başarıya koşmuş, o yaşlar da olmalarına rağmen sakatlık riskleri önemli ölçüde azalmıştır.




Shevchenko'yu döndürmeyin...
Düşünsenize 2004 yılı " Dünya'da Yılın Futbolcusu " seçilmiş bir adam. Efsane kadronun, efsane isimlerinden...
Milan Laboratuvarı kurulduktan 6 ay kadar sonrası dizinden bir operasyon geçirdi. Tekrar sahalara döndü ve özellikle 03/04 sezonunda ortalığı kasıp kavurdu. Sonraki iki sezonda en üst seviyede performansını gösterdi.
05/06 sezonunun Mayıs ayında tekrardan diziyle alakalı ufak bir problem yaşadı. Kısa süreli olan bu probleme rağmen Milan kulübü 1 ay sonra Shevchenko'yu Chelsea'ye rekor bir bonservis ile sattı.( 43,88 Milyon Euro)
Chelsea'de 2 sezon kalan Sheva, beklentileri karşılayamadı, sonraki sezon Milan kiralama yolunu seçse de Shevchenko için üst düzeyde futbol oynama defteri artık kapanmıştı. Ardından ülkesine döndü ve kariyerini ülkesinde sonlandırdı.
Bu hikayeyi anlatmamın sebebi, iddialara göre Shevchenko'nun sakatlığı sonrası satılma kararı Milan Laboratuvarından çıkmıştı. Artık eski performansına ulaşamayacağı düşünülen Sheva, piyasası var iken, elden çıkarıldı. Tabii ben bunu iddia olarak lanse ediyorum, gerisi sizin takdiriniz...

Özetle, Milan kulübünün o yıllarda ortaya koyduğu vizyon, bir başarı hikayesinin temel taşlarını oluşturmuştur. Tabii ki de başarının tek anahtarı, laboratuvar kurmaktan geçmiyor. Ama merdivenleri çıkabilmek için de basamakları doğru dizayn etmek gerekiyor...

Bu organizasyonu Önder Özen'in bizzat kendisi anlatmıştı. Ben ondan öğrendim daha doğrusu. Önceleri bu konuyu ülkemizde dillendiren var ise, adını geçiremediğim için beni affetsin.

Birçoğumuz, Milan kadrosunun bu başarısını , " Adamlar yaşlı ama tecrübeli abijimm " diyerek konuya kilit vururken, " Spor Bilimi "  kelimesinden aslında ne kadar uzak olduğumuzu gözden kaçırdık. Bunun farkında olan bir Spor Bilimleri öğrencisi olarak söylüyorum. Hepimizin öğrenmesi gereken birçok şey var. Hala daha " Tecrübe " ile " Bilgi "yi birbirine karıştırmaya devam edersek, yolun sonu daima aynı olacak... Ve yerimizde saymaya devam edeceğiz...

Son olarak, kıraathanede futbol muhabbeti yapmayı sevenler var ise, bana ulaşabilir.
Merak etmeyin, çaylar benden...
(Kıraathaneden bir arkadaş)







Armaya adanan hayat: BEKİR ÇINAR




15 Aralık 1995

Belçikalı Jean-Marc Bosman, Avrupa Adalet Divanı'na açtığı davayı kazandı.Bu karara göre futbol bir meslek olarak kabul edilirken, oyuncular birer işçi misali Avrupa Birliği'ne üye ülkeler arasında serbestçe dolaşabilme hakkına sahip oldular.
Bu olay tarihe " Bosman Kuralı " olarak geçti.
Artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktı. Futbol kulüpleri gözlerini karartacak ve oyunculara fahiş ücretler ödemeye başlayacaktı.
1995 yılındaki " Bosman Kuralı " ile birlikte futbol gerçek anlamda endüstriyelleşme bunalımına girdi. Birçok oyuncu kulüplerini terk etti.
Ve yine birçok kulüp büyük zarara uğradı.
Bu yeni kural ile birlikte sözleşmesi biten her oyuncu artık istediği kulübe transfer olma hakkına sahip olmuştu.
Futbol, geri dönüşü olmayan bir yola girmişti bile...
Bu davanın sonuçları daha da büyük olacaktı.
Yıldız futbolcuları izlemek isteyen seyirci kitlesi, yayın hakları anlaşmalarının da uçuk fiyatlara çıkmasına sebep oldu.
Futbolun ticari pastası o kadar büyüyordu ki, arz-talep dengesi bir yandan zenginleşmeyi, bir yandan da fakirleşmeyi başlatacaktı.
Kulüpler arasındaki ekonomik güç farkı çoktan açılmaya başlamıştı bile...

Futbolun endüstriyelleşmesi ile birlikte birçok futbol takımı amatör yöneticilikten, profesyonel yöneticilik modelini benimsedi.
Ülkemizde daha çok " Kurumsallaşma " adı altında duyuldu.
Profesyonel yöneticiler, kulüplerin futbol pazarı içerisindeki güncel durumlarından tutun, gelecek planlamalarını, mali yapılarını, marka değerlerini, federasyon nezdinde ki temsiliyetlerinden, yarışmacı lig veya kupalardaki katılımlarına kadar birçok görevi üstlendiler.

Futbolun çehresi o kadar değişmişti ki, özellikle Avrupa'da kurumsallaşma zorunluluk haline geldi. Gelir-gider dengesini kuramayan kulüpler futbol piyasasından silinmek zorunda kaldı.
Futbol kulüpleri birbirleriyle saha içerisinde mücadelelerini sürdürürken, saha dışında da bu ekonomik pastanın ortakları oldular.

2019 yılında Türkiye'de düzenlenen Süper Kupa finalinde 2 İngiliz kulübü karşılaştı.
Chelsea - Liverpool mücadelesinden önce Chelsea Başkanı Bruce Buck, " Liverpool, haftanın 6 günü iş ortağımız, 1 günü ise rakibimiz " dedi.
Günümüz modern futbolunda spor kulüplerini, bir şirket gibi yönetmenin kaçınılmaz olduğu gerçeğini çok iyi bilen Avrupalı kulüpler, rakipleriyle, işin özünde rakipten çok birer ortak olduklarını kabul ettiler. 

Ülkemizde şu an yaşanılan en büyük problemlerden birisi de, bu bakış açısı farkı olmakta..
Kulüplerimiz saha içi bir tarafa, özellikle saha dışında birbirlerini her anlamda karalamak veya zarar vermek için üstün gayret sarf ediyor. Bu gidişatın sonunda hepimizin kaybedeceği gerçeği, fark edilemeyerek yolun sonunda hepimize göz kırpıyor.


Ülkemiz futbolunda, -istisnai örnekler bir tarafa- başkanlık veya yöneticilik asıl amacına hizmet etmek için kullanılan bir görev olmadı.
Kimi zaman ekonomik anlamda zenginleşebilmek için, kimi zaman da siyasete girebilmek maksadıyla değerlendirildi.

Örneğin,

1992 yılında Cem Uzan siyasi kariyer hedefleri doğrultusunda Emin Cankurtaran'dan, İstanbulspor'u satın almıştı. Kulübe sükseli transferler yapsa da, maalesef ne istediği siyasi konuma ne de futbol başarılarına ulaşabilmişti.

Futbolun bu profesyonellik gündemi, artık içerisinde bulunan amatör ruhu da kaybetmesine sebep olabilmekte.
Şirketleşme veya kurumsallaşma, endüstri ve/veya ticarileşme derken sıradan bir taraftar gözüyle kulübe bakmaktan uzaklaşılıyor. İçerisindeki amatör ruh derken bundan bahsetmek istemiştim.

Örneğin,

2005 yılında iş adamı Malcolm Glazer, Manchester United'ı satın aldı. Kulüplerinin endüstriyelleşmeye kurban edilmemesi için birçok Manchester taraftarı bir araya gelerek protestolar düzenledi.
Hatta dönemin teknik direktörü Sir Alex Ferguson'a kadar ulaştılar ama o da bunun önüne geçemedi.
Sonraları " Manchester artık taraftarların değil, bir iş adamının... " dediler ve kendi kulüplerini kurmaya karar verdiler.

" Football Club United Of Manchester " adını verdikleri yeni kulüplerini, hala Manchester taraftarları yönetmeye devam ediyor.

Eğer sizde futbolun romantizmi tarafındaysanız Manchester taraftarlarına hak vereceksiniz.

Peki ya ülkemizde?

Futbol kulüplerini bir şirket misali iş olarak bakmak değil de, amatör ruhla, taraftar gözüyle yönetebilmek?
Siz de benim gibi düşünüyorsanız ve Türkiye'de yaşıyorsanız Adana Demirspor Başkanı Bekir Çınar'ın hikayesini kesinlikle bilmeniz gerekiyor.




Armaya Adanan Bir Hayat, BEKİR ÇINAR...

Bekir Çınar, sıradan bir kulüp başkanı profilinin çok dışında bir başkandı...
Kendisi bilet kuyruklarında bekleyen, belki de son parasını o haftaki maç için saklayan taraftarın ta kendisiydi...

2009 yılındaki kulüp başkanlığını, çok önceleri kafasına koymuştu. Kulübü bir taraftar olarak sahiplenmişti.
" Daha iyi yerlerde olmalıyız, Adana en iyisini hak ediyor! " düşüncesindeydi.
Ve bu düşünceleri onu Adana Demirspor başkanlığına kadar sürükleyecekti.

21 Aralık 1940...

Adana Demirspor'un kurulduğu tarih.
Adana Demirspor, 2. Dünya Savaşı'nın sürdüğü zamanlarda, silah altında olan askerlerin dışında kalan vatandaşları spora ve sivil savunmaya yöneltmek hedefiyle devlet tarafından çıkarılan " Sivil Savunma Mükellefiyeti " kanunuyla, Adana'da demir yolu işçileri tarafından kuruldu.

Ülkemizde " İşçi Takımı " olarak bilindi.

Bekir Çınar başkanlığı süresince, taraftarlar ile birlikte " İşçi Takımı " yakıştırmasına sahip çıktı.

Yine onun başkanlığı döneminde hiç olmayacak bir şey yaşandı.

İtalya Serie A ekiplerinden Livorno ile sezon açılışı için hazırlık maçı yapılması kararlaştırıldı.
Livorno, İtalya'da işçilerin yoğunlukta yaşadığı şehirdi. Livorno taraftarları işçi-emekçi olmasıyla tanınırdı.Aynı zamanda faşizme ve futbolun endüstrileşmesine karşı durmasıyla da bilinirdi.

Maçtan önce Bekir Çınar,
" Livorno, Türkiye'de sadece Adana Demirspor ve Beşiktaş'ı kardeş takımı ilan etti. Taraftarımızın istediği ve kendimize yakın bulduğumuz için Livorno ile özel maç yapmak istedik. Ayrıca işçi takımı. Endüstriyel futbola ve ırkçılığa karşı oldukları için taraftarlarımız Livorno'yu çok seviyor. Livorno ile yapacağımız maça büyük bir ilgi var. Karşılaşmayı izlemek üzere Çarşı grubundan da bir grup kentimize gelecek. Taraftarlarımızdan büyüklüklerini göstermeleri için stadı gelmelerini istiyoruz "


4 Eylül 2009 günü Adana 5 Ocak Stadyumu'nda şölen vardı. Tribünler tıklım tıklım vaziyetteydi.

Dostça başlayan mücadele yine dostlukla bitti. " 0-0 "




Bekir Çınar, birçok projeyi gerçekleştirmek istedi. " Kendi kendine yetebilen bir kulüp " düşüncesiyle altyapıyı geliştirerek, " Öz kaynak " sistemine geçmeyi planladı.

" Kimse bize destek vermedi "   

Kulübe sponsor bulabilmek için çok çalıştı çabaladı. Ama kimse yardım etmedi. Sonra aklına başka bir fikir geldi.
Kimse kulübe destek vermiyorsa, kulüp destek vermeliydi.

Formalarının göğüs reklamı " Mehmetçik Vakfı " oldu.

Başkan " Mehmetçik Vakfı " için bazı maçların gişe hasılatlarını da ayırdı.

Bekir Başkan farklıydı, bizdendi.
Halkın Adamıydı...

Kulübün ayakta kalabilmesi için çok çalıştı.
Çünkü o başkanlığın ötesinde bir taraftardı...

" O'nu " Çok sevdi Adana Demirspor tribünleri.
" İçimizden biri " dediler, aslen Yozgatlı olan Bekir Çınar'a...

Zaten de öyleydi.
Adana Demirspor sadece Adanalıların değil, kendini Adana'ya adayanların takımıydı...

Bekir Çınar'ın Adana Demirspor'u o sezon ligi 3. sırada bitirdi ve üst lige çıkma şansını kaçırdı.
Ama başkan yılmayacaktı. Yeni sezonda Adana Demirspor'u hak ettiği yerlere götürecekti.

Ama işler yine öyle olmadı...

Adana Demirspor borçları yüzünden liglerden ihraç edilme tehlikesiyle karşı karşıya kaldı.

Bekir Çınar kulübe yardım yapılması için büyük çapta bir kampanya başlattı. Kendisi taşın altına elini değil, gövdesini koymuştu. Taraftarlarıyla birlikte, şehrin ileri gelen isimlerinden destek bekledi.

Ama yine destek gelmeyecekti...

Çok üzülmüştü bu duruma...
Yayına çıktı, duygusal bir konuşma yaptı. Gözleri dolu dolu...

" Sevgili Adana Demirsporlular,
Biz yapılmayanları yapmak için uğraştık. Bir ilki başarmaya çalıştık. Ama şunu gördük ki Adana gerçekten sahipsiz...
5 lira, 20 lira, 50 lira yardım yapan var ama maalesef Adana'dan para kazanan iş adamları, sivil toplum kuruluşlarının telefonu kapalıydı bu akşam. 150 tane billboard'a afiş astık, 5 TV , 2 radyo kanalı canlı yayınladı. Günler öncesinden duyurduk...
Destek olan herkese teşekkür ediyorum. Allah keselerine bereket versin.
Ancak şu var ki, sadece oturarak bu iş olmuyor.
Biz sahip çıktık siz çıkmıyorsunuz, bu belli oldu.
İş adamlarımıza çok büyük sitemlerimi gönderiyorum. Bunlar belki haddimi aşan laflar ama bir camiayı temsil ediyorum.
Bir Samet kadar olamadık. O Samet'in küçük kumbarası kadar olamadık. "

Ve konuşmasının sonunda belki de o gün herkese veda etti...

" Bize bir ışık tutmanızı istedik. Ama Adana Demirspor'umuzu sanki karanlığa gömdünüz gibi geliyor bana. Yine de destek olan herkese teşekkür ediyorum.
Ve belki son kez...
Herkese teşekkür ediyorum... "

Bu sözleri söylerken Bekir başkanın yüz ifadesi her şeyi anlatıyordu...
Olmamıştı...
Yalnız kalmıştı...
Belki de yalnız bırakılmıştı...





Adana Demirspor, borçları yüzünden kapanma tehlikesi altına girdi. 2 gün içerisinde bu borçlar ödenmez ise kulüp belki de sonsuza kadar yok olacaktı.

Bekir Çınar yine kimsenin yapamayacağı bir şey yaptı.
Kulübün bütün borçlarını kendi üzerine aldı.
Kulüp ihraç edilmekten kurtuldu.


Üzerine aldığı borçları ödeyemeyen Bekir Çınar, 16 Ağustos 2010 günü oturduğu apartmanın yangın merdiveninde, kulübün renkleri olan Mavi - Lacivert ip ile kendisini asarak intihar etti...

Adana Demirspor için artık sadece bir başkan değil, bir kahramandı...

O'nun ile Adana Demirspor arasındaki sadece sevgi değildi...
O, kendisini Adana Demirspor'a adamıştı...




Yalanmış hepsi yalan,
Yalanmış hepsi yalan...
Savrulup gitmek varmış,
Ayrı yörüngelerde...

Belki bizler ayrı yörüngelere savrulmuş olabiliriz.
Ama Bekir Çınar, futbol yörüngesinin sonsuza kadar en büyük yıldızı olarak kalacak...

Hasretle ve Özlem ile...
Allah Rahmet Eylesin...




Türk Futbolu: KURULUŞ


Türk Futbolu: KURULUŞ

14 Temmuz 1922

Sporun tek bir çatı altında toplanması amacıyla Ali Sami Yen başkanlığında, Türk İdman Cemiyetleri İttifakı(TİCİ) kuruldu. Çalışmalara başlandı ve futbol dahil bazı branşlar da olmak üzere, Türk sporunda birlik oluşturulmak istendi.


Artık cumhuriyet ilan edilmiş, Türkiye, her alanda devrimlere başlamıştı.
Ulu önderimiz, bu yeni dönemde spor üzerine de çeşitli fikirlere sahipti. Bunlar, sporun ülkede yayılmasını sağlamak, gelecek nesillerin zihinsel ve fiziksel olarak, savaş sonrası döneme hazırlanması üzerineydi.Ve spor üzerine atılımlar başladı.

Atatürk'ün emriyle devlet, TİCİ bütçesine yardımda bulunarak, çıkarılan 170 no'lu karar ile TİCİ'yi kamu yararına çalışan dernek olarak kabul etti. Bu karar Türk sporu ve olimpizmi için ciddi bir basamak oldu.

18 Şubat 1936

Carl Diem, Almanya adına 1936 Berlin Olimpiyatları'nın organizatörü olarak görev alacaktı.
Yıllarca sporun içerisinde görev alan, spor organizasyonları üzerine fikirler üreten, geliştiren ve bunların uygulanmasını bizzat sağlayan bir spor adamı oldu.
Alman sporuna hem ikinci dünya savaşı öncesinde, hem de ikinci dünya savaşı sonrasında üstün yetkilerle yön verdi.

Carl DiemAtatürk'ün ricasıyla Türkiye'ye geldi. Ülkemizin o yıllardaki spor organizasyonlarını tahlil eden Diem, yapılması gerekenler üzerine bir rapor hazırladı. Sporun devlet desteğinden bağımsız olarak yönetilmesinin yanlış olduğunu belirtti. Atatürk de bu minvalde sporun sadece bir eğlence değil, zorunluluk olduğu kanısındaydı.
Meclis de alınan karar ile Türk İdman Cemiyetleri İttifakı kapatıldı ve yerine Türk Spor Kurumu(TSK) kuruldu. 

Türk Spor Kurumu, iktidar partisi CHP'ye bağlanarak, yarı resmi olarak görevini yerine getirmeye  başladı. TSK'nın partiye bağlanması ile birlikte, spor adamlarının tasfiyesi sağlanarak, siyasilerin spor üzerinde kontrolü egemen oldu.
Spor, siyasilerin eline geçince amacından saptı ve Atatürk bundan rahatsız oldu. Sporun devlet kontrolü altında, siyasetten bağımsız olarak yönetilmesi gerektiğini yineledi ve  Carl Diem'den tekrar bir rapor hazırlamasını istedi.
Bu adım karşılık buldu ve spor, yeni bir döneme girdi.

29 Haziran 1938

Carl Diem'in yeni raporu da göz önüne alınarak; Türk Spor Kurumu yerine Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğü kuruldu. Spor ve spor organizasyonları artık devlet tarafından yönetilecek ve finanse edilecekti. Önceleri olduğu gibi yine yenilikçi spor politikaları uygulanılacak, takipçisi olunacaktı.

Bu arada sporu ulusal anlamda zorunlu kılan Atatürk, birçok alanda olduğu gibi yine bu düşünceyi ilk uygulayan lider olarak tarihe geçti.

Spor, devlet kontrolünde bir düzen içerisine girdi. Yeni sistemde yöneticiler, resmi devlet atamasıyla görevlerini sürdürdü. Olimpiyatların amatör ruhu gözetilerek hem olimpik anlamda, hem de spor branşları özelinde çalışmalara başlandı.
1938 yılından itibaren Futbol Federasyonu başkanlığı da devlet atamasıyla gerçekleşti. Sporun devlet tekeline geçtiği bu dönemde futbolun da tek hakimi devlet oldu.

Türk Futbolu

1923 yılında TİCİ'nin Türk sporunun gelişimi üzerine düzenlediği toplantılarda Yusuf Ziya Öniş başkanlığında " Futbol Heyet-i Müttehidesi " kuruldu.
İlk Türk Futbol Federasyonu olarak tarihe geçti.
21 Mayıs 1923 tarihinde FIFA tarafından kabul gördü.
Türk Milli Takımı, ilk milli maçını cumhuriyetin ilanından 3 gün önce oynadı.
26 Ekim 1923 tarihindeki karşılaşma Romanya ile 2-2'lik beraberlik ile sonuçlandı.
Milli takımımız, Romanya karşılaşmasına Ali Sami Yen kontrolünde çıktı. Bu vesileyle, kendisi Milli takımın ilk teknik sorumlusu olarak tarihe geçti.

Zeki Rıza Sporel, Türk Milli Takımı adına ilk gol atan futbolcu olarak tarihe adını yazdırdı.

Yeni dönem ile birlikte Türk Milli Takımı, 1924 Paris Olimpiyatları'na katıldı. Hazırlık sürecinde İskoç futbol adamı Billy Hunter'ı göreve getirdi.
Billy Hunter, Türkiye'ye gelen ilk yabancı antrenör olarak tarihe geçti. 
1924 Paris Olimpiyatları'nda Milli Takım, Çekoslovakya ile karşılaştı ve 5-2 mağlup ayrıldı. 
Bu maç Türk Milli Takımı'nın ilk yurtdışı karşılaşması olarak da tarihe geçti.
1924 yılında Finlandiya karşısında alınan 4-2'lik sonuç, Milli takımın ilk galibiyeti oldu.

İskoç Billy Hunter'dan sonra Milli takımımız yine yurt dışından 'yardım satın alma' yoluna gitti. Macar ve İngiliz antrenörlere kapılar açıldı.
Kimisi uzun yıllar futbolumuza yön verirken, kimisi de kısa sürede kovuldu. Hatta durum öyle bir hale geldi ki, Macar antrenör İgnac Molnar, Milli takımımızda sadece 1 ay gibi kısa bir süre görev alabildi. 
Sonraları için ise durum daha da kötüye gidecekti. 
İgnac Molnar'dan sonra özellikle yerli antrenörlerimiz çok daha kısa sürelerde şans buldu.


1950 Dünya Kupası - Brezilya
Milli Takım, Brezilya'da düzenlenecek olan 1950 Dünya Kupası'na katılmaya hak kazandı. Ama dönemin ekonomik şartları Brezilya'ya gitmeye elverişli değildi. Ve böylelikle ilk turnuvamıza katılmayı ekonomik sebeplerden dolayı kaçırdık.

Yazı-Tura ile Dünya Kupası

1954 Dünya Kupası Elemeleri, Türk Futbol tarihi için çok farklı bir olaya tanıklık etti. Elemelerdeki rakibimiz İspanya oldu. İlk maçı 4-2 kaybettik. Rövanşta 1-0 galip gelerek, şansımızı 3. maça taşıdık. O dönemlerde deplasman gol averajı kuralı uygulanmadığı için, tarafsız bir sahada 3. maç düzenlenmesi uygun görüldü. Maç 2-2'lik beraberlikle sonuçlandı. Yine o sıralarda uzatma ve penaltı kuralları yürürlülükte değildi. Maçın kazananını ve böylelikle turnuvaya katılan tarafı yazı-tura usulü belirleyecekti. Şans bu defa bizden yana oldu ve turnuvaya katılma hakkını elde ettik.
Bu Türk Futbolu için, o zamana kadar ki en büyük başarı oldu.

1954 Dünya Kupası'na, gruplardan çıkamayarak veda ettik. Bu turnuva tarihimize, katıldığımız ilk büyük turnuva olarak geçti.


-FIFA, Türkiye'nin 1958 Dünya Kupası elemelerine Avrupa yerine, Asya/Afrika gruplarından katılmasına karar verdi. Bu kararı protesto eden federasyon, Milli takımın turnuvayı boykot ettiğini duyurdu.

-1962 Dünya Kupası'nda bu karar değişse de, elemelerde başarısız olduk.
(Milli takımımız, 2002 Dünya Kupası'na kadar, bu turnuvaya katılım sağlayamadı.)

Profesyonel Bir Ulusal Lig

1924 yılından sonra Ulusal çapta çeşitli şampiyonalar düzenlendi.
1959 yılından itibaren de " Milli Lig " adıyla federasyon tarafından Türkiye Profesyonel ligi kuruldu.
Milli Ligin ilk şampiyonu Fenerbahçe oldu.
1963-1964 sezonunda ismi " Türkiye Ligi "
1965-1966'da " Türkiye Birinci Ligi "
2001-2002'de " Türkiye Süper Ligi " olarak isim değişikliğine gitti.


Hasan Polat ve sonrasında göreve gelen Orhan Şeref Apak başkanlığındaki federasyon, aldığı karar ile kulüplere genç takım kurma zorunluluğunu getirdi.
Bu dönemde Genç Milli takımlar da kuruldu.
Yine 60'lı yıllarda başlayan antrenörlük kursları ile Türk Futbolu gelişim sürecine devam etti.

Milli Takım'da, 60'lı yıllarda Adnan Süvari ile başlayan yerli antrenöre görev verme projesi, 1990'da göreve gelen Sepp Piontek'e kadar devam etti.
1966-1990 yılları arasında 24 yıl boyunca Milli Takım'da Türk antrenörler görev aldı.
(1 Maç Nicolae Petrescu, 2 Maç Kalman Meszöly)

Bu arada 1962 yılında da UEFA, Türkiye'nin tam üye olmaya hak kazandığını açıkladı.

70'li yıllara gelindiğinde Türk Futbolu yine gelişimine devam etti.
1959'dan beri Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş arasında geçen şampiyonluk yarışına bu defa Trabzonspor girmeyi başardı.
70'lerde ki Trabzonspor şampiyonlukları, futbolun ülkeye daha da yayılmasını sağladı ve bu yayılım katlanarak devam etti.

Tam Bağımsız Türk Futbolu

80'li yıllarda merhum Turgut Özal liderliğinde başlayan ekonomik,siyasi ve sosyal değişim Türkiye'yi yeni bir döneme taşıdı.
Yine bu dönemde de sportif atılımlar arttırıldı.
Turgut Özal öncülüğünde spor, büyük bir değişime uğradı. Birçok spor branşında yenilikler oldu.
Ülkemiz yeni ve modern spor tesislerine kavuştu.
Yine bu dönemde, Naim Süleymanoğlu gibi büyük bir sporcu Türkiye adına yarışmalara katıldı ve büyük başarılar elde ederek tarihe geçti. 

Turgut Özal, Türk Futbolunun gelişimine de büyük bir katkıda bulundu. Gerçek anlamda kurumsallığın ilk adımları onun döneminde gerçekleşti. 

Profesyonel Futbol Yasası " onun çabaları ile yürürlülüğe girdi. 

1992 yılında çıkarılan kanun ile Futbol Federasyonu özerkliğine kavuştu. Devlet, futbolun yönetimini kendisinden bağımsız olarak yapacak olan Türkiye Futbol Federasyonu'nun önünü açtı. 
TFF'nin bağımsız bir kuruluş olmasından sonra, Türkiye Futbol Federasyonu başkanı seçim ile göreve gelmeye başladı.
TFF'nin seçim ile göreve gelen ilk başkanı Şenes Erzik oldu. 
Şenes Erzik'in görev gelmesiyle birlikte Türk Futbolu, yönetimsel anlamda profesyonellik kazanmaya başladı. Şenes Erzik öncülüğünde UEFA ve FIFA ile bu profesyonel ilişkiler geliştirildi.


90'lı yıllar, dünya futbolunu da değişime uğrattı. Spor pazarlamasının etkin olarak kullanıldığı dönemlerdi. Dünya futbolu evrime uğrarken, kulüpler altyapı ve profesyonelliğin ciddiyetinin farkına vardı.
Yeni dönemde " yayın hakları " kavgası ortaya çıktı ve kulüpler gelirlerini arttırabilmenin yolunu yayın haklarında buldu. Özellikle 1996'da kabul edilen " havuz sistemi " kulüplerin yayın gelirlerini etkiledi. Çeşitli sponsorluk anlaşmaları da bu dönemde daha çok ön plana çıktı.

Sonraları dünya futbolundaki bu değişim ve gelişim " Endüstriyel Futbol " adıyla anılmaya başlandı.


1990'da Milli takımın başına Sepp Piontek geçti.
Piontek döneminde Milli takım başarısız bir performans sergilese de, Türk futbolu için yeni bir sayfa açıldı.
Piontek, yardımcısı olarak Fatih Terim'i seçti.
Terim, aynı zamanda 21 yaş altı Milli takımından sorumluydu.
1991 Akdeniz Olimpiyatları'nda Milli takım, finale yükselme başarısı gösterdi. Finalde Yunanistan'a mağlup olmuş olsa da, Türk futbolu adına gelecek için umut ışığı oldu.
Bir sonraki yıl, Serpil Hamdi Tüzün önderliğindeki Genç Milli takımımız, 1992 Gençler Avrupa Şampiyonası'nı kazanarak tarihe geçti.
1993 Akdeniz Olimpiyatları'nda, finalde Fransa'yı devireren Milli takımımız şampiyon oldu.
1994 yılındaki Gençler Şampiyonası'nda da şampiyonluğu elde etti.
Bu başarılar, yeni kurulan sistemin ilk meyveleri olarak tarihe geçti.

1993'te Piontek sonrası Fatih Terim, Milli Takım'ın başına geçti.
1996 Avrupa Şampiyonası Elemeleri'ni geçerek, tarihimizde ilk kez Avrupa Şampiyonası'na katılma heyecanını yaşadık. Şampiyonadaki tecrübesizlik, gruplarda başarısız performans sergilenmesine neden oldu.

Milli takımımız, 2000 Avrupa Şampiyonası'na Mustafa Denizli ile birlikte katılmayı başardı. Milliler, çeyrek finale ulaşarak yine tarih yazdı.

2002 Dünya Kupası'nda, 90'lardan başlayan bu jenerasyon dünyaya kendini kanıtladı.
Şenol Güneş yönetimindeki Milliler, 2002 Dünya Kupası'nda yarı finale yükselme başarısı gösterdi.
üçüncülük ile turnuvayı kapatırken, tüm dünya Türk oyuncuları konuştu...

2003 Konfederasyon Kupası'nda Şenol Güneş ile Milli Takım, yine üçüncülük elde ederek tarihe geçti.

Milli takımımız, 2008 Avrupa Futbol Şampiyonası'na Fatih Terim ile katıldı. Milliler, yine büyük bir başarıya imza atarak yarı finale yükseldi. Artık hem Avrupa Şampiyonası'nda, hem de Dünya Kupası'nda yarı finale ulaşabilmiş olduk.

2016 Avrupa Futbol Şampiyonası'na da yine Fatih Terim ile katıldık. Başarısız bir performans göstererek, gruplardan çıkamadık. Bu bizim için toplamda dördüncü Avrupa Şampiyonası macerası oldu.

2020 Avrupa Futbol Şampiyonası Elemeleri'ni, Şenol Güneş öncülüğünde başarıyla geçtik ve turnuvaya katılım hakkı elde ettik.

Değerlendirme

Atatürk liderliğinde başlayan spor atılımları, yıllara yayarak bakıldığında - bazı dönemler hariç -, karşılığını bulmuştur. 
Bir sistem kurmak ve bunun karşılığını alabilmek, zaman kavramıyla alakalıdır.
Eğer doğru sistemi kurduğunuza inanıyorsanız, taşların zamanla yerine oturacağını da bilmelisiniz. 
Türk Futbolu, modern anlamda özellikle 80'ler sonu ve 90'lar başındaki atılımların karşılığını 15 yıl boyunca almıştır.
O dönemde yetiştirilen jenerasyon, ülkenin gelecekte de bu sistemden faydalanabileceğini göstermiştir.

Türk Futbolu'nu; Kuruluş, gelişim, altyapı ve Milli takım özelinde konuştuk.
Peki ya sizce; 
Ülkemizde futbolda bunca gelişme olurken, Türk kulüpleri bunlardan nasıl etkilendi ?
Eğer sizde bu sorunun cevabını merak ediyorsanız, bir sonraki yazıda;
Görüşmek üzere...





İspanya denizlerinde bir Türk gemisi; LOS TURCOS!


Aslına bakarsanız, "LOS TURCOS" lakabı İspanya'da Deportivo La Coruña taraftarları için kullanılır.

Barbaros Hayrettin Paşa, Osmanlı İmparatorluğu'nun fırtına gibi estiği yıllarda Akdeniz kıyılarında, İspanyol halkına yapılan zulümlere karşılık vermiş ve birçok Endülüslüyü zulümlerden kurtarmıştı. Özellikle Galicia bölgesindeki halk, Barbaros'a büyük destek vermiş ve bundan dolayı, hemen yanındaki Vigo kentinin sakinleri çok öfkelenmişti. Türklere yardım etmekten dolayı suçladıkları La Coruña halkına, kendilerince küçük düşürücü gördükleri " LOS TURCOS " yani TÜRKLER lakabını takmışlardı. Buna karşılık Deportivolular ise Vigolulara Portekiz'e yakınlıklarından dolayı " PORTEKİZLİLER " demeye başlamıştır.

Bu rekabet futbola yansımış, yıllardan beri süre gelen Deportivo-Celta Vigo derbisi günümüze kadar uzanmıştır.

Türkler lakabından gurur duyan Deportivolular, hemen hemen her maçta Türk bayrağı açmaya devam ediyor. Hatta 10 Kasımda Atatürk'ü anmayı da unutmuyorlar.

    

İspanya futbolunun göbeğinde Türkiye'den bahsedilmesi kimilerine çok şaşırtıcı gelebilir.

İspanya Futbolu'nun Değişimi


İspanya futbolunun oyun mantalitesi, yapısı 90'larda Johan Cruyff ile beraber değişime uğradı.
Rinus Michels'in fikir babalığını yaptığı Total Futbol'u yeni çağa uyarlamayı başaran Cruyff ve varisi Pep Guardiola, hem Barcelona, hem de İspanya futbolunun bugününü ve geleceğini inşaa etti.

Önceleri fiziki mücadelenin ve sonuç odaklı futbol düşüncesinin yüksek olduğu La Liga, Cruyff'un oyuna farklı bir bakış açısı getirmesiyle, daha çok teknik ağırlıklı oyunlara ve planlara dönüştü. Sonuç odaklı futbol anlayışı, "oynayarak sonuç alma" mantalitesine dönüşünce, İspanya Futbolu yükselişe geçti.

La Masia'nın kuruluşuyla başlayan altyapı yatırımları da zamanla meyvesini vermeye başladı. Ulusal oyun anlayışına uygun yetişen yeni jenerasyon İspanyollar, önce kendi liglerinde, sonraları da Avrupa'da tozu dumana kattı.
Bu yatırımdan en çok ülke milli takımı faydalandı ve önce Avrupa, sonra Dünya şampiyonluğu geldi.

Futbol endüstrisinin tepesinde Premier Lig ile beraber yer alan La Liga, dünyanın en değerli liglerinin arasına girdi.

Futbolun Ortak Dili: Türkiye-İspanya


Türk Futbolu sadece son dönemde değil, yıllardan beri Avrupa'ya oyuncu ihraç etmeye devam etti.Ama transfer verilerinde çok ilginç bir durum var.
Türk futbolcuların büyük bir çoğunluğu İspanya futboluna geçiş yapıyorlar.Ya da başka bir deyişle İspanyol futbol yöneticileri, Türk oyuncularını liglerine tercih ediyor.

Peki bunun sebebi ne?

Türkiye ile İspanya'nın Akdeniz ikliminde bulunması, insanların yaşayış tarzları, kültürlerine bağlılıkları ve ülkede azımsanmayacak kadar Müslüman'ın bulunması gibi toplumun yapısını oluşturan temel etmenler açısından benzerlikleri görebilmek mümkün.Türk insanlarının İspanya'ya adaptasyon süresinin, diğer ülkelerdeki yaşamlarına göre daha kısa olduğu hep söylenir.

Tabii birçok toplumsal nedeni olmakla birlikte, futbol açısından Türk futbol yapısının, Avrupa ülkeleri arasında en çok İspanya'ya benzediğini söyleyebiliriz.
Türk taraftarları gibi İspanyol taraftarlarının da takımlarına bağlılığı tartışılmaz bir gerçek.Bir sonraki hafta oynanacak olan Real Madrid - Barcelona (El Clasico) derbisinin ateşi, ülkeyi o hafta kasıp kavuruyor.Bize de Türk derbilerini hatırlatıyor.

2000'de Galatasaray, UEFA Kupası'na uzanan yolunda, zamanının güçlü İspanyol takımı Mallorca'yı da saf dışı etmişti. Sonraları da Avrupa Süper Kupası finalinde Real Madrid'i mağlup ederek kupaya sahip olmuştu. Bununla başlayan süreçte İspanyolların dikkati Türk futbolcuların üzerine döndü.
Türk oyuncularının İspanya şartlarında takımlarına çabuk uyum sağlayabilmesi, oyunun temel özelliklerini taşıyarak gelişime açık olmaları, takım olma olgusundaki sağlam karakterleri, özellikle son dönemde Türk futbolcularının modern futbola teknik anlamda uyum sağlayabilmesi gibi çeşitli sebeplerden dolayı İspanyol kulüpleri tarafından tercih edilme sebebi oldular.
Geçmişten günümüze birçok Türk futbolcusu İspanya futbolunda boy göstermeyi başardı.
İşte İspanya'ya transfer olan Türk futbolculardan bazıları,


  • Nihat KAHVECİ - Real Sociedad, Villarreal CF
  • Arif ERDEM - Real Sociedad
  • Necati ATEŞ - Real Sociedad
  • Tayfun KORKUT - Real Sociedad
  • Mehmet TOPAL - Valencia CF
  • Arda TURAN Atlético Madrid, Barcelona
  • Enes ÜNAL - Villarreal, Real Valladolid
  • Okay YOKUŞLU - Celta Vigo
  • Emre ÇOLAK - Deportivo La Coruña

Burada ilginç bir detay var. Real Sociedad, bu zamana kadar kadrosunda en çok Türk oyuncu bulunduran takım. Kovacevic'li, Xabi Alonso'lu altın jenerasyonun da Nihat Kahveci de yer almıştı.
Ve bugün bile hala çoğu Sociedad taraftarı o günleri özlemle anıyor.

Türk oyuncuları İspanya futbolunda, kendilerine belirli ölçülerde yer edinmiş oldular.
Türkiye'ye birçok İspanyol futbolcu ayak bastı. Büyük bir heyecanla karşıladığımız İspanyollar, kısa süre sonra sessiz sedasız ülkemizden ayrıldılar.
İşte ligimize transfer olan bazı oyuncular;


  • Alvaro Negredo - Beşiktaş
  • Fabri - Beşiktaş
  • Guti - Beşiktaş
  • Juanfran - Beşiktaş
  • Albert Riera - Galatasaray
  • Josico - Fenerbahçe
  • Roberto Soldado - Fenerbahçe
  • Daniel Güiza - Fenerbahçe

Yukarıdaki listede en dikkat çeken isim Daniel Güiza olmuştur. Çünkü Güiza, Fenerbahçe'ye LaLiga gol kralı olarak transfer edilmişti. Bir önceki sezon 27 golle krallık tacını takan Güiza, Fenerbahçe döneminde saç baş yoldurmuştu. Attığı değil, atamadığı goller ile hatırlanmaya devam ediyor.
Yine aynı listede bulunan Riera'nın, Melo ile kavgası sonrası yüzündeki morluklarla maça çıkması, Fabri'nin D.Kiev maçında yediği gollerden sonra ağlaması gibi akıllarda kalan olaylar sonucu, iki takım taraftarları da bu futbolcuları " iyi insan " düşüncesiyle hatırlamalarını sağladı.

Lakin burda değinmek istediğim bir nokta daha var;
-Neden İspanyol oyuncularının büyük çoğunluğu bizim ülkemizde başarısız oldular veya başarısız göründüler?

Ben bunun sebebinin, ülkemizde henüz net bir oyun yapısının yani oyun planının oluşamamasına bağlıyorum. Oyuncularımız İspanya futbol iklimine uyum sağlamayı başarırken, İspanyol oyuncular alıştıkları oyun yapısını ülkemizde göremiyorlar. Ligimize transfer edilen birçok İspanyol, kısa süre sonra " Adiós Amigos! " diyerek veda ediyor.

Türk Futbolu, son dönemde yayın gelirlerini ciddi ölçüde arttırırken, rekabet dengesini de yükseltmeye çalışmakta. Göreve gelen her yeni yönetimin dilinden düşmeyen; " Altyapıya yatırım yapacağız... Önceliğimiz Altyapı! " sözleri, artık kulaklarımızı tırmalamaya başladı.

Sözde profesyonelliği bir kenara bırakarak, artık gerçekçi çözümler bulmamız gerektiği düşüncesindeyim. Çünkü biliyorum ki, bizim ülkemizde de Johan Cruyfflar, Guardiolalar var. Ama biz, " Guardiola gibi olmalıyım " diye düşünerek kaybediyoruz. Guardiola gibi düşünmek varken, neden " Hayır ben Guardiola olacağım! " diyoruz ki?

Cruyff, Hollanda'da öğrendiği Total Futbol'u İspanya halkının dinamiklerine uygun şekilde uygularken, bizler, her yeni gelen yönetim ile yeni bir denize yelken açıyoruz. Artık kendi denizimizde yaşamamız gerektiğini düşünüyorum...

Futbolumuzda, Barbaros Hayrettin Paşa'nın gemisine binen çok Türk oldu. Bundan sonra yapmamız gereken ilk iş, kendimize Ulusal bir futbol sistemi inşaa ederken, Türk futbolcularını başka limanlara yolcu etmek... Avrupa'dan ithal etmek yerine yetiştirip, ihraç etme yoluna gitmek.

İspanya'ya az ve öz sayıda yolcu ettiğimiz Türk futbolcularının sayısını daha da arttırmalıyız. Tıpkı Osmanlı yıllarında olduğu gibi " Şu Çılgın Türkler " Avrupa'yı yeniden feth etmeye çıkmalı. O günlere kadar görüşmek üzere...
NOT: Son bölümde anlattığım, " Türk futbolcuları, Avrupa'yı tekrardan feth etmeye çıkmalı! " sözlerim için kimse ümitsizliğe kapılmasın. Bir gün bu sistem kurulacak ve ülkemiz futbolu daha iyi şartlarda yarışmalara katılacaktır.

Hep söylerim;
" Bir gün, takım elbiseli, karizmatik bir adam gelecek ve Türk Futbolu'nu baştan yaratacak! "

Görüşmek üzere! :)

Milli Takım ve Jenerasyon Problemi


A Milli Takım, bu hafta çok önemli 2 maç oynayacak.Arnavutluk ve Moldova maçları gruptaki yol haritamızı önemli ölçüde belirleyecek.
Temennimiz, iki maçı da kayıpsız geçerek gruba iddialı bir başlangıç yapmak...
Nasıl ki, 4 büyükler için şampiyonluğun şifreleri, Anadolu takımlarıyla yapılan maçlar olduğu gibi, A Milliler için de aynı kural geçerli.Bunu söylerken, grubumuzda son Dünya şampiyonu Fransa ve futbol yıldızımızın bir türlü barışamadığı İzlanda'nın da olduğunu unutmayalım.

Milli Takım'da kısa bir süre önce Lucescu'nun yerine Şenol Güneş göreve getirilmişti.

-Peki, Milli takım Lucescu döneminde ne yaptı?
Lucescu döneminde, sonuçlardan daha çok "Milli Takım gençleşti" ve "Genç Jenerasyon" gibi sesler yükselmişti.Aslında bu yazının da temel konularından birisi Milli takımda oluşturulmak istenen "Jenerasyon"

Milli takımın 2002 Dünya Kupası'nda 3.lüğü elde etmesinin en büyük sebebi yakalanan jenerasyon adı altında anlatılır.Galatasaray'ın UEFA Kupası'nı kazanan kadrosunun 2002'de ki Milli takımın iskeletini oluşturması bunun en net sebebi.Çünkü bir arada oynama alışkanlığı olan futbolcuların, başarılı olmak için önemli bir avantajları olduğu çok açık.
Aslında bu jenerasyonun oluşturulduğu ilk turnuva 1993 Akdeniz oyunlarıydı.Bu turnuvaya Fatih Terim önderliğinde katılan U17 Milli takımımız, finalde Zidane'lı Fransa'yı yenerek şampiyonluğa ulaşmıştı.O kadronun önde gelen isimleri Sergen Yalçın,Bülent Korkmaz,Hakan Şükür gibi oyunculardı.
Tıpkı Lucescu'nun A Milli takımda oluşturmaya çalıştığı "Genç Milli Takım" mottosu gibi.Lakin ortada önemli bir fark vardı o da; Lucescu bunu A milli takımda yapmaya çalışırken yukarıda bahsettiğim kadro U17 Milli takımıyla oluşturulmuştu.Yani demem o ki, jenerasyon alt yaş gruplarında oluşturulur ve oynama alışkanlığı kazandırılarak bu gençler geleceğin A takım kadrosunu oluşturur.

A Milli Takımda Genç Jenerasyon
A Milli Takımda, Lucescu döneminde yaş ortalaması düşerken, alınan sonuçlar yüzleri güldürmedi."Kesinlikle gençleşeceğiz!" diye yola çıktık ve sonunda hüsrana uğradık.

Bana Sorarsanız,
Milli Takımda genç ve formda oyunculara elbette ki şans verilmelidir.Lakin "formda" kelimesinin tekrardan altını çizmekte fayda görüyorum.A Milli takımda yeni bir jenerasyonun oluşmasının çok zor olduğunu düşünüyorum.Çünkü birbiriyle oynama alışkanlığı olmayan futbolcuları senede 2-3 defa bir araya getirerek bunun yapılması çok zor.

Tekrardan söyleyelim ki;
Galatasaray, 2000'de UEFA'yı kazanırken, ilk 11'in çoğunluğu Türk oyunculardan oluşuyordu.Ve aynı oyuncular Milli takımlarda da beraber oynama şansına sahiplerdi.
Fakat şuan Milli Takımımız farklı takımlardan parça parça oyunculardan oluştuğu için beraber oynama alışkanlığı,uygulanmak istenen taktiksel anlayış,mantelite veya motivasyonun uygulanması işleri daha da zorlaştırıyor.

Benim fikrim,
A Milli Takım da yeni bir jenerasyon oluşturmaktan daha çok hemen performans alabileceğimiz oyuncuların yer almasıdır.Jenerasyon çalışmasının alt yaş gruplarından başlamasının taraftarıyım.Çünkü Milli takıma genç oyuncuları alacağız diye kendi kulüplerinde bile oynamayan  oyuncuları çağırıyoruz.Ve yine kaybeden biz oluyoruz.
Şenol Güneş, açıkladığı Milli Takım kadrosunda Emre Belözoğlu ve Burak Yılmaz gibi şuan formda olan oyunculara yer verdi.Bu bakış açısından dolayı kendisini tebrik ediyorum.
Şenol hocama yeni görevinde başarılar diliyorum.

Bu ülke güzel günleri görmeyi hak ediyor!
Görüşmek Üzere...


Yabanci Sinirlamasi-GUNCEL



Futbol gündemimizi yeni bir tartışma meşgul etmeye başladı.Tartışmanın kendisi uzun zamandır olsa da "Yabancı Sınırlaması" bugün yeni bir boyut kazandı.
En son uygulanmaya konulan kural üzerinden yorum yapmaya başlayalım.

Yabancı oyuncu sayısı son değişiklikten sonra tamamen serbest olmasa da Türk Futbol tarihindeki en yüksek sayıya ulaştı.

2015-2016 sezonu itibariyle uygulanmaya başlanan yabancı kuralına göre;
"Türkiye Süper Ligi ekipleri, 28 kişilik oyuncu kadrolarında 14 yabancı futbolcu bulundurabilecek.Kadrodaki 14 yabancı oyuncudan 11'i direkt olarak ilk 11'de başlayabilecek."
Bu uygulamaya "Yerli Oyuncu Teşvik Sistemi" adı verildi ve asıl amacın yerli statüsündeki oyuncuların sayısını arttırmak olduğu söylendi.Hatta TFF bunun için kulüplerin kadrolarındaki yerli oyuncu sayısı artsın diye prim dahi ödemeyi taahhüt etti.

Ama bizim futbol yöneticilerimiz bu kuralı da yanlış anladılar! Onlar "En fazla 14 yabancı oyuncu alabilirsiniz" maddesini "14 yabancı almak zorundayız!" diye okudular ve kendi seviyelerinden aşağı da olan birçok oyuncuyu transfer ettiler.Bunun en net örneği olarak Fenerbahçe'nin Michael Frey transferini söyleyebiliriz.
-Tabii, ortada yanlış anlaşılma mı var yoksa bir danışıklı dövüş mü orası bilinmez...

Ve yine uygulamaya koyulan yeni sistemden sonra Türk futbolcuların birçoğuna Avrupa yolu açıldı ve yüksek bedellerle transferleri gerçekleşti.Bunun en net örneğini Cenk Tosun'un Everton'a 22 milyon Euro'ya transferiyle gördük.
Kimilerine 14 yabancı oyuncunun, yerli futbolcuların değerini ve prestijini düşürdüğünü düşündürse de, veriler hiç de öyle gözükmüyor.Çağlar Söyüncü,Cengiz Ünder,Atınç Nukan,Enes Ünal gibi genç oyuncularımız bu dönemde Avrupa'ya transfer oldular.

Ve belli ki yine birileri bu durumdan rahatsız oldular! Paralar ceplere tamamıyla dolmamış olacak ki, yine "Yerli futbolcular oynasın!" türküsü söylenilmeye başlandı.Belli ki TFF bu tartışmalardan sonra futbol kamuoyunun nabzını ölçmek için "Yeni Yabancı Kuralı" adıyla bir haber sızdırdı.Ve hemen 6+2+2 sistemi konuşulmaya başlandı.
-Peki nedir bu 6+2+2 kuralı?
Bu kurala göre kulüpler toplamda 10 oyuncu transfer etme hakkına sahipken, bunların 6'sını ilk 11'de, 2'sini kulübe de, 2'sini de tribünde oturtacak.
Zaten tribünde oyuncu oturtmayı hiç bir zaman anlamadım da, Neyse!

Bu tartışmalar uzunca sürecek gibi.Belki de uygulanmaya başlanılacak ama bir süre sonra da başka bir sistem önerilecek...

Bana sorarsanız;
Futbolcunun yerlisi yabancısı olmaz.Sahada pasaport değil, oyunun gerekliliklerini daha iyi yapabilen oynar.Madem öyle benimde önerim şudur;
-Yabancı sınırını kaldıralım, sayı serbest olsun.Lakin nitelikli yabancı oyuncunun transfer edilmesine özen gösterelim.İngiltere'de uygulanan "Yabancı oyuncunun transfer edilebilmesi için kendi ülkesinin maçlarında belirli sayıda forma giymiş olması" şartının bir benzeri de bizim kuralımız olsun.Kaliteli yabancı oyuncular transfer edilerek, yerli oyuncularımızın da gelişimine fayda sağlansın...


                                                          Görüşmek Üzere...