Başkan Çayla Bizi!





"Efsane Milan kadrosunu say bakalım!"
Eskiden beri arkadaş sohbetlerinin gediklisi bir konu vardır. Futbol ile yatıp-kalkan her birimiz, bu " Futbol IQ " testinden başarıyla geçmişizdir. Ardından kendimizi " Futbol uleması " ilan ederken, bilmeyenlere "Cahiliye Döneminde Futbol" kitabını önerirdik...

Kimilerimiz, hazır-cevaplığıyla tanınan Nasreddin Hoca misali tek nefeste, kimimiz de hata payı olmasın diye, sanki kıraathanede ki batak eşine bakar gibi hayal eder, öyle sıralardı...
O sıralar Winning Eleven ve Football Manager oyunlarıyla meşgul olan bendeniz, bu efsane kadroyu;
" Duvarlara yazıyorum ismini,
Aynalarda görüyorum hep seni " şarkısını mırıldanarak sayıyordum. (Ceyhanlı Ferit Abiye selam olsun)
Peki, kıraathanedeki arkadaş muhabbetlerinde bile adı geçen, bu efsane kadronun hikayesi neydi?

Nasreddin Hoca ve bilgenin yarıştığı fıkrayı bilirsiniz. Bilge, kendini üstün göstermek için çabalar, ama bizim hoca tongaya düşmez. Cevaplarıyla bilgeyi dumura uğratır, saç baş yoldurur, makarasını yapar.
Şimdi bende bir Nasreddin Hoca misali ufak bir fıkra anlatacağım. Umarım sizde o fıkradaki köylüler gibi "vay bee ne zeki çocuk" gözüyle bakarsınız bana...

Milan efsane kadrosunu kurduğunda, o zamanlar "papaz" kelimesini sadece hristiyanlık ile alakadar zannederdik.
Zaten Hristiyanlık ile ilgili de bildiğimiz tek şey; Haçlı Seferleriydi...
Zaman geçip ve bu işler ile biraz haşır neşir olunca, " Papazın sadece kilise de değil, futbol takımlarında da " olduğunu öğrendik.(Hayat Bilgisi Afet Hoca)
Yine o sıralar Milan'ın başına geçen Fatih Terim, takım ile çeşitli problemler yaşayınca Milan'ın bizce "Papazlarını" onlarca "Beyefendilerini" tanımış olduk. Şimdi bu beyefendiler konusuna çok girmeden, Milan'ın bu efsane kadrosunun önemli sırlarından birini anlatayım.

Milan'ın o yıllarda bu kadar başarılı olmasının sebeplerinden en önemlisi, kadrosundaki yıldızlarının tabii ki de kaliteli olması. Bireysel olarak bakıldığında da, her biri o dönemde kendi ülkelerinin o mevkideki tartışmasız en önemli oyuncusu olması. Örneğin Dida, Brezilya Milli Takımının dünya kupaları kazanmış, değişmez kalecisiydi. Ya da büyük kaptan Maldini.
Veya İnzaghi...
Hani bir zamanlar tüm ülkenin " Ulan bu İnzaghi de tam beleşçi topçu" yakıştırmasında bulunduğu İnzaghi...
Tabii biz o zamanlar nereden bilebilirdik ki, futbolun birer pozisyon oyunu olduğunu...
Bir forvet oyuncusunun bitiriciliği kadar, doğru zamanda - doğru yerde bulunmasının aslında en önemli mahareti olduğunu...

Sonraları birileri gelip, "Timing" diye bir kelime kullanmaya başladı. " Bu ne be kardeşim Kadıköy'de futbol muhabbeti mi yapıyorsun " diyemedik tabii...
Futbol endüstrisi, Erol Taş bakışıyla yeni bir dönemi işaret ediyordu. Bu yeni dönemde futbol literatürü tümüyle değişecek, kıraathane sohbetleri eskiyecekti.
Artık yeni mekan, " Tutunamayanlar " dizisindeki " Kitap Cafe "olacaktı. Ben Franz Kafka olacaktım, sen de Dostoyevski... (tartowski,nuri bilge ceylan,zeki demirkubuz,akino kurasova bu aralar favori yönetmenler)
Artık Kitap Cafe'lerde sohbet değişecek ve ,
" Sağdan bi orta açtılar işte, Shevchenko koydu kafayı hoopp köşede..."
yerine,
" Kaka birçok defa kanatlara giderek top aldı. Böylelikle orta alandan gelecek arkadaşlarına da boş alan yaratmış oldu. Ve çalışılmış bir organizasyon sonucunda ön direkteki Shevchenko, kalecinin dezavantajlı olduğu soluna doğru vuruşunu yaptı. " olacaktı.
Ama bizler için önemli olan Shevchenko'nun golü atmış olmasıydı. Sonuç odaklı futbol, -sistematik sistemsizlik- ile suçladığımız ülkemiz futbolunun en büyük sistemiydi...
Ee sonuçta yine atalarımız demişti, "Haticeye değil neticeye"

Bu arada hazır Shevchenko'nun adını geçirmişken, bir zamanlar Trabzonspor'un kapısından döndüğünü bilir misiniz?
Hani yıllardan beri ülkemize bir türlü getiremediğimiz futbolcular var ya, bir de kapımızdan dönen oyuncular var işte...
Alın size bir kıraathane muhabbeti daha, Kaka'nın ismi beğenilmediği için Gaziantepspor'un kapısından döndüğünü,
Ronaldinho'nun çirkin denilerek transfer edilmediğini...
Sonra o " çirkin "  denilen adamın oynadığı futbol ile dünyanın en yakışıklı adamı olduğunu...
Ve daha nice hikayeleri...

Geçenlerde, Önder Özen'in Beşiktaş Futbol direktörü olduğu günler ile ilgili bir yazı yazacaktım. Bilgilerimi tazelemek veya yeni bir şeyler öğrenmek için geçmiş haberlere bakmaya başladım. Önder Özen'in, "Milan Laboratuvarı" hakkında konuşmasını izledim. Fazlasıyla ilgimi çekti. Ve bu konuyu biraz araştırdım.
Bu arada, Önder Özen'in Beşiktaş günleri ile ilgili yazdığım yazıyı kısa süre içinde paylaşacağım. Acaba başlığı ne olsa diye bir girdaba düştüm. Sonra bir arkadaşım (kesinlikle kahvehaneden biri değil) "Özen'ilen Günler" olsun dedi. Kendince kelime oyunu yapmak istedi, öyle olunca sanki daha bi okunası oluyormuş.
Eğer bir fikir ilk duyduğunuzda saçma geliyorsa emin olun sonra da saçmadır. Üzerine çok düşünmeyin. Düşünmeye devam ederseniz, saçmalık ortadan kalkacaktır. Emin olun.
Sen düşündün de ne oldu derseniz, yazının ismini; " Özen'ilen Günler " koydum...

Bu arada " Konu da baya dağıldı " demeyin, sohbet ediyoruz şurada.



Andrea Pirlo...
" Başbakan " lakaplı bir futbol dehası... 
Yıllanmış şarap gibi...
Genel kanıya göre futbolcuların 30'lu yaşlardan itibaren performanslarında bir düşüş meydana gelir. Absürt örnekleri bir kenara bırakırsak özünde, doğru sayılabilecek bir tez.
Yalnız Pirlo, yaşı ilerledikçe daha başka bir performans vermeye başladı. " Başbakan " lakabı da oradan gelir.
Takımın beyni, oyun aklı...
Ya da biz Türkler ne diyor " İlerleyen yaşına rağmen, Mmmm saha parselizasyonunu en iyi yapan isim "
Bu arada " Başbakan " lakabı aslında ilk Trabzonspor'lu Lemi'ye verilmiştir. (Öğrenince ufka açmayan şeyler)

O değilde ben en çok bu Seedorf'a takığım. " Abi Ronaldinho gelmiş takıma, yok illa 10 numara benim muhabbeti yapıyorsun "
" Sana da yakışıyor güzel abim ama bu " Joga Bonito " Ronaldinho çok başkaydı be..."
Bu arada bu forma numarasını verme olayını spor psikolojisi açısından da işleyebiliriz. Elbette ki bazı futbolcular takımlarına, kendi isimlerden daha büyük veya aynı seviyede isimler gelmesini istemeyebilir. Burada Sportif Direktörün, Antrenörün ve Kulüp Psikoloğunun, takım içi dengeleri doğru biçimde dizayn etmesi gerekir.  (Bill Beswick-Odak Noktamız Futbol)


Milan Laboratuvarı

2000'li yılların başlarında kurulan Milan Laboratuvarı, sporcuların sakatlıklardan korunması, beklenilenden daha erken sahalara dönebilmesi, gelişimleri, futbolculuk ömürlerinin daha da uzatılabilmesi adına birçok bilimsel araştırmalar ve çalışmalar yapmıştır. Kullanılan antrenman tekniklerinin uygunluğu, yeni antrenman tekniklerine uyum, sporcuların fizyolojik veya psikolojik seviyelerinin ölçülmesi, transfer edilmesi planlanan oyuncuların kapsamlı şekilde sağlık testlerinden geçmesi gibi birçok çalışmanın yer aldığı bir organizasyondur.

Sporcuların performansını en üst seviyeye çıkarabilmek adına yapılan çalışmalar, Milan Futbol takımı için karşılık bulmuştur. Çoğunluğu futbol hayatlarının son baharında olan bu " kaliteli ayaklar " yapılan çalışmalar sonucu başarıdan başarıya koşmuş, o yaşlar da olmalarına rağmen sakatlık riskleri önemli ölçüde azalmıştır.




Shevchenko'yu döndürmeyin...
Düşünsenize 2004 yılı " Dünya'da Yılın Futbolcusu " seçilmiş bir adam. Efsane kadronun, efsane isimlerinden...
Milan Laboratuvarı kurulduktan 6 ay kadar sonrası dizinden bir operasyon geçirdi. Tekrar sahalara döndü ve özellikle 03/04 sezonunda ortalığı kasıp kavurdu. Sonraki iki sezonda en üst seviyede performansını gösterdi.
05/06 sezonunun Mayıs ayında tekrardan diziyle alakalı ufak bir problem yaşadı. Kısa süreli olan bu probleme rağmen Milan kulübü 1 ay sonra Shevchenko'yu Chelsea'ye rekor bir bonservis ile sattı.( 43,88 Milyon Euro)
Chelsea'de 2 sezon kalan Sheva, beklentileri karşılayamadı, sonraki sezon Milan kiralama yolunu seçse de Shevchenko için üst düzeyde futbol oynama defteri artık kapanmıştı. Ardından ülkesine döndü ve kariyerini ülkesinde sonlandırdı.
Bu hikayeyi anlatmamın sebebi, iddialara göre Shevchenko'nun sakatlığı sonrası satılma kararı Milan Laboratuvarından çıkmıştı. Artık eski performansına ulaşamayacağı düşünülen Sheva, piyasası var iken, elden çıkarıldı. Tabii ben bunu iddia olarak lanse ediyorum, gerisi sizin takdiriniz...

Özetle, Milan kulübünün o yıllarda ortaya koyduğu vizyon, bir başarı hikayesinin temel taşlarını oluşturmuştur. Tabii ki de başarının tek anahtarı, laboratuvar kurmaktan geçmiyor. Ama merdivenleri çıkabilmek için de basamakları doğru dizayn etmek gerekiyor...

Bu organizasyonu Önder Özen'in bizzat kendisi anlatmıştı. Ben ondan öğrendim daha doğrusu. Önceleri bu konuyu ülkemizde dillendiren var ise, adını geçiremediğim için beni affetsin.

Birçoğumuz, Milan kadrosunun bu başarısını , " Adamlar yaşlı ama tecrübeli abijimm " diyerek konuya kilit vururken, " Spor Bilimi "  kelimesinden aslında ne kadar uzak olduğumuzu gözden kaçırdık. Bunun farkında olan bir Spor Bilimleri öğrencisi olarak söylüyorum. Hepimizin öğrenmesi gereken birçok şey var. Hala daha " Tecrübe " ile " Bilgi "yi birbirine karıştırmaya devam edersek, yolun sonu daima aynı olacak... Ve yerimizde saymaya devam edeceğiz...

Son olarak, kıraathanede futbol muhabbeti yapmayı sevenler var ise, bana ulaşabilir.
Merak etmeyin, çaylar benden...
(Kıraathaneden bir arkadaş)







Armaya adanan hayat: BEKİR ÇINAR




15 Aralık 1995

Belçikalı Jean-Marc Bosman, Avrupa Adalet Divanı'na açtığı davayı kazandı.Bu karara göre futbol bir meslek olarak kabul edilirken, oyuncular birer işçi misali Avrupa Birliği'ne üye ülkeler arasında serbestçe dolaşabilme hakkına sahip oldular.
Bu olay tarihe " Bosman Kuralı " olarak geçti.
Artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktı. Futbol kulüpleri gözlerini karartacak ve oyunculara fahiş ücretler ödemeye başlayacaktı.
1995 yılındaki " Bosman Kuralı " ile birlikte futbol gerçek anlamda endüstriyelleşme bunalımına girdi. Birçok oyuncu kulüplerini terk etti.
Ve yine birçok kulüp büyük zarara uğradı.
Bu yeni kural ile birlikte sözleşmesi biten her oyuncu artık istediği kulübe transfer olma hakkına sahip olmuştu.
Futbol, geri dönüşü olmayan bir yola girmişti bile...
Bu davanın sonuçları daha da büyük olacaktı.
Yıldız futbolcuları izlemek isteyen seyirci kitlesi, yayın hakları anlaşmalarının da uçuk fiyatlara çıkmasına sebep oldu.
Futbolun ticari pastası o kadar büyüyordu ki, arz-talep dengesi bir yandan zenginleşmeyi, bir yandan da fakirleşmeyi başlatacaktı.
Kulüpler arasındaki ekonomik güç farkı çoktan açılmaya başlamıştı bile...

Futbolun endüstriyelleşmesi ile birlikte birçok futbol takımı amatör yöneticilikten, profesyonel yöneticilik modelini benimsedi.
Ülkemizde daha çok " Kurumsallaşma " adı altında duyuldu.
Profesyonel yöneticiler, kulüplerin futbol pazarı içerisindeki güncel durumlarından tutun, gelecek planlamalarını, mali yapılarını, marka değerlerini, federasyon nezdinde ki temsiliyetlerinden, yarışmacı lig veya kupalardaki katılımlarına kadar birçok görevi üstlendiler.

Futbolun çehresi o kadar değişmişti ki, özellikle Avrupa'da kurumsallaşma zorunluluk haline geldi. Gelir-gider dengesini kuramayan kulüpler futbol piyasasından silinmek zorunda kaldı.
Futbol kulüpleri birbirleriyle saha içerisinde mücadelelerini sürdürürken, saha dışında da bu ekonomik pastanın ortakları oldular.

2019 yılında Türkiye'de düzenlenen Süper Kupa finalinde 2 İngiliz kulübü karşılaştı.
Chelsea - Liverpool mücadelesinden önce Chelsea Başkanı Bruce Buck, " Liverpool, haftanın 6 günü iş ortağımız, 1 günü ise rakibimiz " dedi.
Günümüz modern futbolunda spor kulüplerini, bir şirket gibi yönetmenin kaçınılmaz olduğu gerçeğini çok iyi bilen Avrupalı kulüpler, rakipleriyle, işin özünde rakipten çok birer ortak olduklarını kabul ettiler. 

Ülkemizde şu an yaşanılan en büyük problemlerden birisi de, bu bakış açısı farkı olmakta..
Kulüplerimiz saha içi bir tarafa, özellikle saha dışında birbirlerini her anlamda karalamak veya zarar vermek için üstün gayret sarf ediyor. Bu gidişatın sonunda hepimizin kaybedeceği gerçeği, fark edilemeyerek yolun sonunda hepimize göz kırpıyor.


Ülkemiz futbolunda, -istisnai örnekler bir tarafa- başkanlık veya yöneticilik asıl amacına hizmet etmek için kullanılan bir görev olmadı.
Kimi zaman ekonomik anlamda zenginleşebilmek için, kimi zaman da siyasete girebilmek maksadıyla değerlendirildi.

Örneğin,

1992 yılında Cem Uzan siyasi kariyer hedefleri doğrultusunda Emin Cankurtaran'dan, İstanbulspor'u satın almıştı. Kulübe sükseli transferler yapsa da, maalesef ne istediği siyasi konuma ne de futbol başarılarına ulaşabilmişti.

Futbolun bu profesyonellik gündemi, artık içerisinde bulunan amatör ruhu da kaybetmesine sebep olabilmekte.
Şirketleşme veya kurumsallaşma, endüstri ve/veya ticarileşme derken sıradan bir taraftar gözüyle kulübe bakmaktan uzaklaşılıyor. İçerisindeki amatör ruh derken bundan bahsetmek istemiştim.

Örneğin,

2005 yılında iş adamı Malcolm Glazer, Manchester United'ı satın aldı. Kulüplerinin endüstriyelleşmeye kurban edilmemesi için birçok Manchester taraftarı bir araya gelerek protestolar düzenledi.
Hatta dönemin teknik direktörü Sir Alex Ferguson'a kadar ulaştılar ama o da bunun önüne geçemedi.
Sonraları " Manchester artık taraftarların değil, bir iş adamının... " dediler ve kendi kulüplerini kurmaya karar verdiler.

" Football Club United Of Manchester " adını verdikleri yeni kulüplerini, hala Manchester taraftarları yönetmeye devam ediyor.

Eğer sizde futbolun romantizmi tarafındaysanız Manchester taraftarlarına hak vereceksiniz.

Peki ya ülkemizde?

Futbol kulüplerini bir şirket misali iş olarak bakmak değil de, amatör ruhla, taraftar gözüyle yönetebilmek?
Siz de benim gibi düşünüyorsanız ve Türkiye'de yaşıyorsanız Adana Demirspor Başkanı Bekir Çınar'ın hikayesini kesinlikle bilmeniz gerekiyor.




Armaya Adanan Bir Hayat, BEKİR ÇINAR...

Bekir Çınar, sıradan bir kulüp başkanı profilinin çok dışında bir başkandı...
Kendisi bilet kuyruklarında bekleyen, belki de son parasını o haftaki maç için saklayan taraftarın ta kendisiydi...

2009 yılındaki kulüp başkanlığını, çok önceleri kafasına koymuştu. Kulübü bir taraftar olarak sahiplenmişti.
" Daha iyi yerlerde olmalıyız, Adana en iyisini hak ediyor! " düşüncesindeydi.
Ve bu düşünceleri onu Adana Demirspor başkanlığına kadar sürükleyecekti.

21 Aralık 1940...

Adana Demirspor'un kurulduğu tarih.
Adana Demirspor, 2. Dünya Savaşı'nın sürdüğü zamanlarda, silah altında olan askerlerin dışında kalan vatandaşları spora ve sivil savunmaya yöneltmek hedefiyle devlet tarafından çıkarılan " Sivil Savunma Mükellefiyeti " kanunuyla, Adana'da demir yolu işçileri tarafından kuruldu.

Ülkemizde " İşçi Takımı " olarak bilindi.

Bekir Çınar başkanlığı süresince, taraftarlar ile birlikte " İşçi Takımı " yakıştırmasına sahip çıktı.

Yine onun başkanlığı döneminde hiç olmayacak bir şey yaşandı.

İtalya Serie A ekiplerinden Livorno ile sezon açılışı için hazırlık maçı yapılması kararlaştırıldı.
Livorno, İtalya'da işçilerin yoğunlukta yaşadığı şehirdi. Livorno taraftarları işçi-emekçi olmasıyla tanınırdı.Aynı zamanda faşizme ve futbolun endüstrileşmesine karşı durmasıyla da bilinirdi.

Maçtan önce Bekir Çınar,
" Livorno, Türkiye'de sadece Adana Demirspor ve Beşiktaş'ı kardeş takımı ilan etti. Taraftarımızın istediği ve kendimize yakın bulduğumuz için Livorno ile özel maç yapmak istedik. Ayrıca işçi takımı. Endüstriyel futbola ve ırkçılığa karşı oldukları için taraftarlarımız Livorno'yu çok seviyor. Livorno ile yapacağımız maça büyük bir ilgi var. Karşılaşmayı izlemek üzere Çarşı grubundan da bir grup kentimize gelecek. Taraftarlarımızdan büyüklüklerini göstermeleri için stadı gelmelerini istiyoruz "


4 Eylül 2009 günü Adana 5 Ocak Stadyumu'nda şölen vardı. Tribünler tıklım tıklım vaziyetteydi.

Dostça başlayan mücadele yine dostlukla bitti. " 0-0 "




Bekir Çınar, birçok projeyi gerçekleştirmek istedi. " Kendi kendine yetebilen bir kulüp " düşüncesiyle altyapıyı geliştirerek, " Öz kaynak " sistemine geçmeyi planladı.

" Kimse bize destek vermedi "   

Kulübe sponsor bulabilmek için çok çalıştı çabaladı. Ama kimse yardım etmedi. Sonra aklına başka bir fikir geldi.
Kimse kulübe destek vermiyorsa, kulüp destek vermeliydi.

Formalarının göğüs reklamı " Mehmetçik Vakfı " oldu.

Başkan " Mehmetçik Vakfı " için bazı maçların gişe hasılatlarını da ayırdı.

Bekir Başkan farklıydı, bizdendi.
Halkın Adamıydı...

Kulübün ayakta kalabilmesi için çok çalıştı.
Çünkü o başkanlığın ötesinde bir taraftardı...

" O'nu " Çok sevdi Adana Demirspor tribünleri.
" İçimizden biri " dediler, aslen Yozgatlı olan Bekir Çınar'a...

Zaten de öyleydi.
Adana Demirspor sadece Adanalıların değil, kendini Adana'ya adayanların takımıydı...

Bekir Çınar'ın Adana Demirspor'u o sezon ligi 3. sırada bitirdi ve üst lige çıkma şansını kaçırdı.
Ama başkan yılmayacaktı. Yeni sezonda Adana Demirspor'u hak ettiği yerlere götürecekti.

Ama işler yine öyle olmadı...

Adana Demirspor borçları yüzünden liglerden ihraç edilme tehlikesiyle karşı karşıya kaldı.

Bekir Çınar kulübe yardım yapılması için büyük çapta bir kampanya başlattı. Kendisi taşın altına elini değil, gövdesini koymuştu. Taraftarlarıyla birlikte, şehrin ileri gelen isimlerinden destek bekledi.

Ama yine destek gelmeyecekti...

Çok üzülmüştü bu duruma...
Yayına çıktı, duygusal bir konuşma yaptı. Gözleri dolu dolu...

" Sevgili Adana Demirsporlular,
Biz yapılmayanları yapmak için uğraştık. Bir ilki başarmaya çalıştık. Ama şunu gördük ki Adana gerçekten sahipsiz...
5 lira, 20 lira, 50 lira yardım yapan var ama maalesef Adana'dan para kazanan iş adamları, sivil toplum kuruluşlarının telefonu kapalıydı bu akşam. 150 tane billboard'a afiş astık, 5 TV , 2 radyo kanalı canlı yayınladı. Günler öncesinden duyurduk...
Destek olan herkese teşekkür ediyorum. Allah keselerine bereket versin.
Ancak şu var ki, sadece oturarak bu iş olmuyor.
Biz sahip çıktık siz çıkmıyorsunuz, bu belli oldu.
İş adamlarımıza çok büyük sitemlerimi gönderiyorum. Bunlar belki haddimi aşan laflar ama bir camiayı temsil ediyorum.
Bir Samet kadar olamadık. O Samet'in küçük kumbarası kadar olamadık. "

Ve konuşmasının sonunda belki de o gün herkese veda etti...

" Bize bir ışık tutmanızı istedik. Ama Adana Demirspor'umuzu sanki karanlığa gömdünüz gibi geliyor bana. Yine de destek olan herkese teşekkür ediyorum.
Ve belki son kez...
Herkese teşekkür ediyorum... "

Bu sözleri söylerken Bekir başkanın yüz ifadesi her şeyi anlatıyordu...
Olmamıştı...
Yalnız kalmıştı...
Belki de yalnız bırakılmıştı...





Adana Demirspor, borçları yüzünden kapanma tehlikesi altına girdi. 2 gün içerisinde bu borçlar ödenmez ise kulüp belki de sonsuza kadar yok olacaktı.

Bekir Çınar yine kimsenin yapamayacağı bir şey yaptı.
Kulübün bütün borçlarını kendi üzerine aldı.
Kulüp ihraç edilmekten kurtuldu.


Üzerine aldığı borçları ödeyemeyen Bekir Çınar, 16 Ağustos 2010 günü oturduğu apartmanın yangın merdiveninde, kulübün renkleri olan Mavi - Lacivert ip ile kendisini asarak intihar etti...

Adana Demirspor için artık sadece bir başkan değil, bir kahramandı...

O'nun ile Adana Demirspor arasındaki sadece sevgi değildi...
O, kendisini Adana Demirspor'a adamıştı...




Yalanmış hepsi yalan,
Yalanmış hepsi yalan...
Savrulup gitmek varmış,
Ayrı yörüngelerde...

Belki bizler ayrı yörüngelere savrulmuş olabiliriz.
Ama Bekir Çınar, futbol yörüngesinin sonsuza kadar en büyük yıldızı olarak kalacak...

Hasretle ve Özlem ile...
Allah Rahmet Eylesin...